Kış mevsimini durağan geçirdim sayılır, en azından günübirlik etkinlikler haricinde farklı biryerlere gitmeyeli epey olmuştu. Birkaç arkadaşım kite-board yapmak için 23 Nisan tatilini Akyaka’da (Gökova-Muğla) geçireceklerdi. Ben de onlara takıldım ve Akyaka’ya attım kendimi. İlk gün birlikte arabayla İncekum koyuna gittik, tatil moduna girmemiz çok uzun zaman almamıştı.
Önceden tanıdığım ve yanına uğramaya söz verdiğim Vedat Abi’yi aradım. Vedat Abi, Marmaris’te hizmet veren Alternatif Turizm‘in sahibi. Doğada alternatif tatil arayanlara hizmet veriyor ve aynı zamanda Prijon markasının da distribütörü. Kendisine Akyaka’da olduğumu söylediğimde “sana bir kayak vereyim gez, gelmişken bu fırsatı kaçırma” dedi. Doğrusu, bir insan başka ne isteyebilir ki dedim.
Ertesi sabah buluşma saatimiz olan 10:00’da Akyaka liman içinde buluştuk. Vedat Abi’nin de çok zamanı yoktu, ben de bir an önce suya inmek istiyordum. Bu yüzden ayak üstü biraz sohbetten sonra Vedat Abi ayrıldı, ben de kayağı yerleştirmeye başladım. Sahip olduğum kayak Prijon Seayak modeli, bu yüzden normalde İstanbul’da günübirlik turlarda bu kayağı kullanıyorum. Fakat benim cüssemde biri için biraz küçük kaldığını düşünüyorum. Vedat Abi’den ödünç aldığım kayak ise Prijon Kodiak modeli, yani biraz daha iri kayakçılar için tasarlanmış bir model. Kokpit ağzı ve kokpit daha geniş, hatta kokpit biraz daha yüksek, buna ek olarak Kodiak biraz daha geniş ve uzun. Tüm bunlara bağlı olarak da bagaj alanı biraz daha geniş. Kullandığım kayağın çok benzeri olduğu için yerleştirme, ayarlar gibi şeyleri çabucak hallettim. Azmak Deresi’nden suya inerek yola koyuldum.
Limandan çıkar çıkmaz, koyun güneyindeki tepelere doğru yöneldim, yaklaşık güney batı yönünde ilerledim, sonrasında körfezin güney yakasını takip edecektim. Amacım Okluk Koyu’na kadar ilerleyip orada gecelemek ve belki de ertesi gün Gökova Körfezi’nin karşı kıyısına geçmekti. Sol tarafımda kalan sık ormanlık alan, denizden başlayıp hemen yükselen tepeler şeklinde devam ediyordu. Kıyıda, kısa süreli mola verilebilecek ufak koycuklar var ve Çamlıköy’e kadar böyle devam ediyor. Hava durumunu takip ettiğim kadarıyla bugün rüzgar orta şiddette güneyden esecek. Ege Bölgesi için Lodos pek hayırlı bir rüzgar değildir, fakat körfezin güney kıyılarını takip edeceğim için solumda kalan tepelerin beni koruyacağını düşündüm. Çamlıköy’e kadar bu düşüncemde haklı iken, Çamlıköy’ün olduğu koya girdiğimde rüzgarın beni karşıdan tokatladığını söyleyebilirim, hoşgeldin. Amacım biryere varmak değil, gezmek olduğu için inat ettim Çamlıköy’e kadar gireceğim. Koyun sonuna vardığımda vadiden akan akarsuyun deltalar oluşturduğunu gördüm, sığlık alana daha fazla sokulmadım. Buradaki iskeleye yanaşmış birsürü günübirlik tur teknesi vardı, çoğunluğu Sedir Adası ve civarına turlar yapan tekneler. Çaldıkları müzikten midir, donlu atletli tayfalardan mıdır, yoksa teknelerin tipinden midir bilemiyorum ama oradan hemen uzaklaşmam gerektiğini düşündüm.
Bu koyun devamında tekneyle yanaşılabilecek güzel yerler olsa da kayakla çıkmak için çok uygun değil. Koyun bitimindeki burnu geçtikten biraz sonra Sedir Adası geliyor. Rüzgar hala gücünü hissettire dursun, Sedir Adası’na varmadan önceki küçük bir adada ihtiyaç molası verdim. Buradan, daha dün denize girdiğimiz İncekum plajını görebiliyorum. Sedir Adası’na yöneldim, buradaki meşhur Kleopatra Plajı’nı arıyordum, adanın kuzey doğu yakasında demirlemiş tekneleri gördüm ama plaj burası değildi. 2003 senesinde Sualtı Yüzey Araştırması Projesi sırasında bu adaya geldiğimizi hatırlıyorum. Çok da görkemli olmayan bir plajdı sanki. Adanın kuzey batı yakasına geçtiğimde plajı gördüm, aynı sıradanlığıyla orada duruyordu. Koy bomboştu, oysaki daha önce gemilerin buraya demirlediğini hatırlıyorum. Usul usul plaja yaklaşıyordum, plaj üstündeki tabelalarda “plaja çıkmak yasaktır” yazısını gördüm, zaten daha önce de duymuştum yasak olduğunu. Plaj kenarındaki tahta merdivenlere gidiyordum, bari oradan çıkayım dedim. Arka taraftan bir güvenlik görevlisi koşturarak yanıma geldi ve “stop! stop!” diyerek eliyle birşeyler işaret etti. Güneş gözlüğümü çıkararak “abi bu şekilde seni anlayamıyorum Türkçe konuş istersen” dedim. Ada artık müze olmuş, girişi de adanın diğer tarafındanmış, ücreti de 15 TL demişti sanırım. İnsanlar teknelerle buraya gelip girişe saçma paralar verip saçma sapan bir plaja bön bön bakıp, o plaja adım bile atamıyorlar. Bana bi tuhaf geldi. Güvenlikçi abiye, ücretini ödemeden buraya girmeme izin vermeyip görevini düzgün yapmaya çalıştığı için teşekkür edip oradan ayrıldım. Adanın tam arkasındaki İncekum plajına kayağımı sürüp kıyıya çıktım, şimdi bir yemek molası vermenin tam zamanı. Dün arkadaşlarla oturduğumuz piknik masasına oturdum, karadan geldiğim bir noktaya ertesi gün denizden gelmiş olmak çok tuhaf bir duygu. Belki de bu yüzden bu olayı seviyorum.
Öğle molasında enerjimi alıp kaybettiğim sıvıyı da takviye ettikten sonra tekrar suya indim. Bulunduğum burnu güney tarafına aşmıştım ki telefonum zır zır çalmaya başladı. Tanımadığım bir numara beni arıyordu, fakat telefonun su geçirmez kılıfı bana hainlik etmişti ve telefona cevap veremiyordum. Dokunmatik olan telefonun ekranı parmak hareketimi algılamıyordu, halbuki daha önce defalarca denedim sorun yoktu. Telefon peşpeşe o kadar ısrarla çaldı ki, Akyaka’daki arkadaşlarımın bana “manyak bir fırtına geliyormuş, hemen sudan çık” ya da benzeri bir haber vereceğini falan düşünmeye başladım. Normalde es geçeceğim solumdaki koya doğru ilerleyip orada karaya çıkmayı düşündüm. Karaya çıktığım yer sezona hazırlık yapan bir tesis gibi biryerdi, henüz boş sayılır, sonradan öğrendiğim kadarıyla Boncuk Kamping’miş. Karaya çıkıp telefona cevap verdim, oldukça gereksiz bir telefonmuş ne yazık ki. Tekrar suya atlayıp devam ettim.
Bu koydan güneye doğru inerken sağımda kalan adacık ve solumdaki kara tarafı oldukça görkemli görünüyordu. Hava zaten parçalı bulutlu, güneş-gölge oyunlarıyla birlikte her iki yanımda yükselen dik kaya duvarları sanki bir film setindeymişim gibi. Biraz daha ilerlediğimde rüzgar biraz olsun etkisini yitiriverdi, Karacasöğüt’e doğru giriyorum. Önümde optimistler antrenman yapıyor, selam verdim ama selam alamadım, çok mu uzaylı gibiyim. Koyun içine girip bir göz attım. Burası da tıpkı Çamlıköy gibi vadiden akan akarsuyun oluşturduğu deltalar içeriyor. Koya girerken sol tarafı daha bakir, sağ tarafında ise güzel yelkenliler ya da motoryatlar demirlemiş. Koyun sağ tarafında kamp atılabilecek ufak tefek bir yer de var. Koydan çıkarken birşey dikkatimi çekiyor “Yunus Rehabilitasyon Merkezi, Yaklaşmak Yasaktır” yazılı bir tabela var. En fazla 100×50 mt ölçülerinde olabilecek bir alan dubalarla çevrilmiş, bu kadar insanın, teknenin olduğu biryerde yunuslar nasıl rehabilite oluyor anlam veremedim, neyse.
Koydan çıkıp yoluma devam ettim, daha önce haritadan baktığımda burada ufak tefek bir iki koy görmüştüm, bu koylara da göz atarak solumda kalan karayı takip ettim. Artık güneş ısıtıcı etkisini yitiriyordu, biraz da havanın bulutlu olması sebebiyle bir an önce kendime kalacak bir yer bulmalıydım. Önüme çıkan iki adacığı da sağımda bırakarak İngiliz Koyu’na yöneldim. Eminim sezonda epey fazla teknenin bağlı olduğu koylar bomboştu. İngiliz Koyu’nun çıkışta solunda yer alan çam ağaçlarının altını kendime kamp yeri olarak seçtim. Hemen üstümü değiştirip ısınmaya çalıştım ve bir yandan da kamp malzemelerimi çıkardım. Akyaka’dan buraya fena sayılmayacak bir tempoda yaklaşık 35 km kürek çekmiştim ve hala çok yorgunluk hissetmiyordum. Koya girerken karşımdan eserek beni zorlayan rüzgar artık yavaş yavaş düşüyordu, güneşin batışıyla birlikte neredeyse tamamen durdu ve artık deniz dümdüzdü, tıpkı bir tablo gibi. Pişirdiğim bulgur pilavını yerken çayı da ocağa koydum, deymeyin keyfime. Yemekti çaydı derken, yolun yorgunluğunu şimdi bedenimde hissetmeye başlamıştım. Tek başıma çıktığım bu turda, yolda yalnızlığımı çok hissetmezken kampta yalnız olmanın ne kadar sıkıcı olduğunu hatırladım. Yemek, çay, karşımda duran Sadun Boro’nun deniz kızı, biraz da çekirdek çitlemek falan derken uyku vakti geldi ve temiz, güzel bir uyku çektim.
Sabah kuş cıvıltılarıyla ve biraz da deniz sesiyle uyanmak tarifi zor bir his, tertemiz hava da cabası. Kampımı toplayıp geride çöp bırakmamaya özen göstererek yola çıktım, ilk hedefim deniz kızı heykeli oldu. Meşhur heykeli bir de yakından görmek harika. Sadun Boro’nun demirlediği Okluk Koyu’na devam ettim, Sadun Boro’yla denizde tanışmak gibi bir hayal içindeydim. İçme suyum azalmıştı, Okluk Koyu’nda su alabileceğim biryer olduğunu tahmin ediyordum, iskeleye çıktım. Orada demirlemiş bir tekne sahibi teknesinin onarımıyla ilgileniyordu. Marketi sordum, henüz açılmadı dedi. İhtiyacımın ne olduğunu sordu, oradan sohbet muhabbet falan derken isminin Coşkun olduğunu öğrendiğim bey ve eşi bana içme suyumu verdi ve çaylarını da içtim 🙂 Sadun Boro’yu sordum, teknesini sürekli bağladığı noktayı gösterdi fakat şu an Karacasöğüt’te olduğunu söyledi, hay allah dedim. Coşkun Bey, sohbeti güzel bir insan belli ki, ama artık yola çıkma vakti. Coşkun Bey telefon numarasını da verdi “noolur noolmaz” diyerek, teşekkür ederek yola çıktım.
Normalde düşündüğüm rota, Okluk’tan körfezin karşı kıyısına Akbük tarafına geçmekti. Ama bulunduğum koydan çıktığımda rüzgarın batıdan körfez içine doğru daha bu saatte yeterince sert estiğini gördüm. Hem rüzgarda debelenmenin anlamı yok, hem de belki Sadun Boro’yu da görürüm hevesiyle körfezin karşısına geçmekten vazgeçtim. Dosdoğru geldiğim yoldan geri dönecektim, sadece daha önce uğradığım bazı koylara girmem diye düşündüm. Soluğu tekrar Karacasöğüt’te aldım, demirli tekneler arasından Sadun Boro’nun teknesi olan katamaran tipte “Son Bahar” teknesini arıyordum. Bakındım ama göremedim, bu sefer de nasip değilmiş deyip tekrar dönüş yoluna koyuldum.
Daha önce geçtiğim görkemli kaya duvarlarının arasından geçip öğle molası için tekrar İncekum’a geldim. Bu kez bir gezi teknesinin demirlediği koy biraz daha sesli ve kalabalıktı. Şans bu ya, tekrar aynı masaya oturup öğle yemeğimi yedim. Böylece üç gün üstüste aynı koyda aynı masada oturmuş oldum 🙂 Bu kez Sedir Adası’nın güneyinden geçip Çamlıköy’e hiç uğramadan ilerliyordum. Bu iki günde genelde hep karşımdan esen rüzgar bu kez tam arkamdan oldukça sert şekilde esiyordu. Fakat arkadan esen rüzgar, beraberinde dalgaları da arkamdan getiriyordu ve bu durumun yarattığı dengesizlik hissini hiç mi hiç sevmiyorum. Akyaka’daki kite boardcuların kiteları git gide daha seçilir oluyordu, sahilde oldukça fazla kite yapan kişi vardı. Bizim arkadaşların da bunların arasında olduğunu düşünerek Büyük Azmak Deresi’nin kenarından karaya çıktım. Beni açıkta gören arkadaşların kıyıda karşılamasıyla güzel bir turu bitirmiş oldum.
Gökova gibi turkuvaz bir cennetten dönmek hiç içimden gelmiyordu. Zaman olsa daha da ilerilere gidip gezmek isterdim doğrusu. Kayağın temini ve transferi konusunda Vedat Abi’ye, içme suyu ve çaylar için Coşkun Bey’e, No:22 Pansiyon‘dan Doruk’a teşekkürler.
Oğlum Volkan, seni tebrik ediyorum. Çok uzun yolu tek başına devam edebilmek büyük başarı, Sadun Boro ‘ yu geçecen herhalde….Maşallah.. Seni çok seviyorum biricik oğlum. Başarılarının daim olmasın diliyorum… Hasretle kocaaman öpüyorum…
Canım babam, çok teşekkür ederim.
Günün birinde birlikte yaparız inşallah 🙂